"DEMİRYOLU HİKAYECİLERİ-BİR RÜYA" ÖYKÜ İNCELEMESİ
** Yer yer, spoiler içeriyor olabilir. Henüz okumamış olanların dikkatine :)
Demiryolu Hikayecileri, Oğuz Atay’la tanıştığım ilk öyküydü. Öncelikle anlatımının oldukça yalın
olduğunu düşünüyorum. Oğuz Atay’ın genel tavrı da aslında göremediğimiz şeyleri
insanın psikolojisini yansıtarak bize göstermek. Hikayenin en beğendiğim özelliği, bir mekanda, bir olay çerçevesinde anlatılan bir öykü olmasına
karşın bize insanlığın çoklu yanlarını gösterebiliyor olması. Örneğin hasta olan
Yahudinin yerine anlatıcının hikayeleri onun adına satması bence çok naif davranış. Tabii hikayede hep böyle güzellikler görmüyoruz. Öykü
zaten güzelliklerin değil yıkılmışlıkların, darmadağın olmuşlukların hikayesi.
Onların hikayelerinin yüzüne bakmayan insanların, onlar yokmuşçasına davranan
insanların, sanatçıları bir memur gibi gören insanların olduğu bir mekanda
geçen bu öykü aslında tamamen ruhsal bir çöküntü ve yalnızlığın ifadesi bana
göre. Aynı zamanda küçük küçük işlenmiş sistem eleştirilerine yer veriyor
olması, insanların kötü yönlerini, kendi durumlarını, bazı iyilikleri
gösteriyor olması da aslında meselenin yalnızca tren garından ibaret
olmadığını, meselenin aslının insanlık olduğunu bize açıkça gösteriyor.
Neden "Demiryolu Hikayecileri"?
Öykünün isminin, olay örgüsüyle yakından bir ilgisi var. Öykü, bir tren istasyonunda geçiyor. Öykünün başlığı bize direkt olarak mekanı ve dolaylı yoldan hikayenin kahramanlarını veriyor. ‘’Demiryolu’’ ifadesinden öykünün bir istasyonda, bir tren garında geçtiğini anlıyoruz. ‘’Hikayecileri’’ ifadesi de öykünün bu mekanda bulunan hikayeciler hakkında olduğunu bize söylüyor. Başlığın yanına ek olarak -bir rüya ifadesinin konması aklıma birkaç ihtimal getirmiyor değil. Örneğin bu yaşananların hepsi bir rüya ya da hayal olabilir. Ya da anlatıcı kişi gerçekten bir demiryolu hikayecisidir ve yanındaki arkadaşları, Yahudi genç ve kadın aslında yoklardır, bu onun rüyası ya da hayali karakterleridir. Bunları da hikayesinde yazarak kullanmıştır. İkinci ihtimal bana daha ikna edici gelse de bana hikaye bunun ötesinde çok gerçekçi geldiğinden "bir rüya" kısmına ister istemez çok adapte olamayıp gerçek bir hikaye olarak okudum.Öykünün Mekanı ve Tema
Bu öyküde mekan yalnızca
küçük, kimsenin uğramadığı bir tren istasyonu olarak karşımıza çıkıyor.
Fakat öykünün anlatım ereği bunun çok daha ötesinde. Burası aslında bir
tren garı değil, burası aslında dünyanın ta kendisi. Bu bağlamda
bakıldığında mekan yalnızca yardımcı bir etken olmuş. Bu hikayeyi yazar
bir pazarda, terk edilmiş bir kasabada, bize yalnızlığı ve çökmüşlüğü
anlatabileceği başka mekanlarda da pekala verebilirdi. Burada gördüğüm şu
ki mekan, kurgu(olay) ve karakterler asıl olana hizmet eden araçlar
konumundadır. Asıl olan da bu hikaye için temadır. Bu nedenle yazarın bu
öyküde en çok temaya önem verdiğini söylemem yerinde olacaktır. Çünkü
gerek az önce mekanı anlatırken söylediğimde olduğu gibi gerek öykü hakkındaki fikirlerimde bahsettiğim gibi bu öykü buram buram yalnızlık
kokuyor. Yanında eşlik eden tatlar ise ölüm, sefalet, buhran, depresiflik
vb. Ve şunu da belirtmeliyim ki bu gibi temalar hakkında birçok öykü okudum ama çok azından bu derece
etkilendim. Bu yapıtların en başına da bu öyküyü ekleyebilirim.
Öykünün Karakterleri
Öykünün karakterlerini, karşılaştıkları içsel ve dışsal zorluklar bakımından incelemek yerinde olacaktır.
Karşılaştıkları dışsal zorluklar;
Anlatıcı: Öyküde, hakkında en çok
bilgiye ulaşabildiğimiz kişi anlatıcının kendisidir. Çünkü anlatan bize hem
kendini hem çevresini anlatırken kendinde olan değişimleri bizzat ondan
görürüz. Anlatıcı kahramanımızın yaşamış olduğu çokça zorluk olduğu açıktır.
Her şeyden önce geçimini yalnızca hikaye yazarak karşılamaktadır ve bunun için
uygun bir ortamda değildir. Bir tren istasyonunda hikaye yazmaya ve satmaya
çalışmaktadır. Buna, öykünün savaş yıllarında geçiyor olması da eklenince durum biraz daha
karamsarlaşır. Bunlara ek sorunlar ise açlık, sefalettir. Bir evi bile yoktur
anlatıcımızın. İstasyon kulübelerinden birinde yaşamaya çalışır. Yemek yediğine
bile şahit olamayız. Bazen günlerce aç kalmaktadır. İstasyon şefinin
aldırmazlığı da başlı başına bir beladır. Onlara yalnızca işinizi yapın
mesajını verirken bu zorlukları görmezden gelir. Bir aşk hayatlarının olmasının
bile istasyon kurallarına aykırı olduğunu iddia eder. Anlatıcımızın sesi olarak
sormak isterim: İnsanların bu istasyonda aç ve susuz kalması da mı bir istasyon
kuralıdır? Gelen yolcuların ilgisizliği, hikayeleri eski ve basit bulmaları,
hor görmeleri de anlatıcımızı oldukça zorlamaktadır.
Yahudi Genç: Anlatıcı bize Yahudi
gençle ilgili oldukça yüzeysel bilgiler vermektedir. Yahudi genç hastadır.
Nedenini de anlatıcının söylemesine gerek kalmadan anlayabiliriz. ne
kadar anlatıcı ‘’Gizli bir hastalığı olsa gerek.’’ dese de bu kesinlikle bir
ironidir. Hastalığın adına gerek yoktur bana göre. Açlıktan, sefaletten,
soğuktan birçok hastalığa maruz kalmış olabilir bu genç. Yaşadığı zorluklar
anlatıcınınkine benzerdir hatta fazlası bile vardır. Çünkü hastalığından dolayı
bazı günler yazı bile yazamaz hale gelir ve anlatıcımız bu gencin yerine de
hikaye yazmaya başlar. Vücudu daha dirençsiz olduğundan belki en çok acıyı da o
çekmiştir bu istasyonda. Gencimiz hikayenin sonuna kadar dayanamaz ve ilk veda
eden kahramanımız olur, öyküye -yani hayata- veda eder.
Kadın: Hikayede hakkında çok az
bilgi sahibi olduğumuz bir karakterdir. Herhangi özel bir
durumdan söz edilmemiştir. Yalnızca anlatıcıyla olan ilişkisini biliyoruz. Bunun
hemen öncesinde de kadının vagondan atılışı ve yere düşmesiyle anlatıcıyla arasında
olan yakınlık hakkında fikrimiz var. Nedense bu karaktere çok nötr kaldım.
Hiçbir şey hissettirmedi bana. Biraz da ketum biri gibi çünkü anlatıcının
hikayelerini orada bulunan yiyecek satıcılarına okumasından huzursuzluk duyan
biri. Yahudi gencin ölümünden sonra da sessiz sedasız bir gece trene atlayıp
giden bir karakter. Anlatıcıya bile haber vermeden. Bu nedenle sefalet, açlık,
yalnızlık gibi zorlukları elbette ki o da yaşadı fakat buna ya fazlasıyla
alışmış ya da ketum tavrı yüzünden biz bunları göremedik. Bu, anlatıcının bunu
yüzeysel göstermesiyle ilgili de olabilir elbette.
Bütün hikayeciler için ortak olan
bir güçlük de hikayelerini çoğaltma sorunları, güncel olayları sonradan duyup
yazdıkları için okurların yazılanlara ilgisiz kalması, ikinci basımların rağbet
görmüyor olması. Hikaye konularının kısıtlı olması gibi sorunlar da hem
hikayecilerin ortak sorunu hem de genel bir kazanç sağlamada zorluk olarak
karşımıza çıkar.
İstasyon Şefi: Bu öyküde istasyon
şefi görevini yapmaktan başka bir görevi olmayan bir karakter olarak
yansıtılmış. İstasyon şefinin de yaşadığı zorlukları anlatıcı bize bir
paragrafta veriyor. Bu karakter istasyonun yalnızca şefi değil. Trenlerin geliş
gidişlerini kontrol eden, makasları değiştiren, evrak vb. işleriyle uğraşan,
kısacağı istasyonun her işine koşan tek bir çalışan konumunda. Dışsal
zorluklarının en başında bunlar geliyor olabilir. Zaten öyküye en son veda eden
ve anlatıcımızı istasyonda yalnız bırakan karakterimiz de istasyon şefimiz
oluyor.
Tamirci, diğer satıcılar: Bu
karakterler hakkında neredeyse bir şey bilmiyoruz. Yalnızca yaptıkları işlerden
haberdarız. Bunun dışında aynı ortamda aynı şartlarda yaşadıklarını düşünürsek
anlatıcıyla benzer zorluklar yaşadıklarını tahmin etmemiz mümkün.
Karşılaştıkları içsel zorluklar;
Anlatıcı: Bu öyküde görülüyor ki
anlatıcı kahramanımızın asıl meselesi içsel zorlukları. Elbette ki açlık,
sefalet başlı başına büyük sorunlar fakat anlatıcının tavrında sanki bütün
bunların katlanabilir olmasının yolu olduğunu, bu yolun da ilgi, sevgi,
merhamet duygularıyla sağlanabileceğini haykırmak istiyor gibi. Tabi bunları
hiç söylemiyor ama yalnızlığın vermiş olduğu psikolojik etkiyle olumsuzluğa,
karamsarlığa yöneliyor ve zaten yok olan hayatı kendi gözünde de
değersizleşiyor. Bu karakterimizin asıl zorlukları yalnızlığı, ruhsal
çöküntüsüdür.
Diğer karakterler için içsel
zorlukları belirlemek benim için zor çünkü öykünün bize bu karakterlerin iç
dünyalarını gerektiği kadar yansıtmadığı kanısındayım.
* Öykü, Oğuz Atay'ın "Korkuyu Beklerken" adlı kitabında yer almaktadır.
Öyküde Karakterler Karşılaştıkları Zorlukları Nasıl Aşıyor?
Bu öyküde zorlukların aşılması için bir eylem, bir çaba yok. Daha doğrusu bunlar için imkan bile yok. Bunları aşmanın tek yolunun kaçış olduğunu gösteriyor yazar adeta. Ölmek, istasyonu terk etmek. Fakat anlatıcı da benim gibi bunun bir aşma yolu olmadığının farkında. Belki de bu nedenle kaçamıyor. Ya da belki de elinde olsa kaçıp gidecek. Ama gidemiyor. Son ana kadar, herkes tarafından yalnız bırakılana dek birileriyle iletişim bile kurmuyor anlatıcı. Hikayenin sonunda ise okuyucularına ulaşmak istiyor, mektup yollamak istiyor. Fakat ne yollayabileceği bir adres var ne bir yer. Öykü, bir zorluğu aşmanın ötesinde zorluklara karşı insanın tavrını göstermekte daha başarılı gibi sanki.
Yazar
bize karakterleri kendisi tanımlayarak anlatıyor. Bu karakterler hikayede
tamamen hareketsiz olmasa da pek de aktif konumda değiller. Biz öyküde
karakterleri eylemleriyle, diyaloglarıyla -ki zaten neredeyse hiç iletişim yok-
değil anlatıcı karakterin bize anlattıklarıyla, tanımladıklarıyla
oluşturuyoruz.
Öyküde ne bir tarih, ne
bir saat, ne bir gün belirtilmiş. Fakat ben yazarın yaşamış olduğu
yılları, eser ürettiği yılları ve hikayedeki bazı tanım ve olayları
kullanarak tahmini bir dönem, yıl iddia edebilirim. Öykümüzde bir savaştan
söz ediliyor. Bu durumda bu hikayenin 1920-1930 yılları arasında geçtiğini
varsayabilirim. Bu varsayımımı da Birinci Dünya Savaşı’nın kast edildiğini
düşünerek yapmaktayım.
Öykü Nasıl Bir İzlenim Bırakıyor?
Öykü kesinlikle bir
buhran, bir depresyon öyküsü benim için. Yer yer insanın vicdanını
sızlatan, bazı yerlerde sistemi sorgulatan bir yapısı var. Fakat bitişi
itibariyle de yalnız kalan bir adam var elimizde. Üstelik bu adam bizden,
okurlarından bir cevap bekliyor. Bu elbette ki bende bir duyguya sebep
oluyor. O an ‘’Buradayım sevgili hikayeci.’’ diye seslenmek geldi içimden.
Yalnız olmadığını hissettirmek, hikayelerini seve seve, ilgiyle okumak,
yaralarını sarmak belki. Bu ilk duygudan sonra da üstüme bir karamsarlık
çöktü. Aslında hepimiz yalnızız biraz diye düşündüm. Hepimiz aslında hem
çok kalabalık hem de oldukça yalnızız.
Yorumlar
Yorum Gönder